Temmuz 2013
İslamcı Gericilikten, Türk Milliyetçiliğinden Kop—İşçi Devrimi İçin!
Birleşik Sosyalist Kürdistan Cumhuriyeti İçin!
Türkiye: Kitlesel Protestolar İslamcı Rejimi Sarsıyor
Türkiye, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın hükümetine ve onun Adalet ve Kalkınma Partisi’ne karşı Mayıs’ın sonlarında başlayan protestolarla çalkalanmaya devam ediyor. Birçok şehirde gerçekleşen protestolar, İstanbul’un merkezinde yer alan Taksim Meydanı’nın yanındaki Gezi Parkı’nda polisin planlanan bir inşaat projesini vahşice uygulama girişimleri tarafından tetiklenmiştir. Hükümetin sert tepkisi şimdilik gösterilerin çapını daraltmada başarılı olmuştur. 60’ı ağır olmak üzere, 8,000’e yakın kişi yaralanmış ve 11 kişi üzerlerine atılan göz yaşartıcı gaz kapsülleriyle kör edilmiştir. Sayısı bilinmeyen kişiler tutuklanmış veya kaybolmuşken, gösterilere katılan dört kişi öldürülmüştür.
Türkiye toplumu kutuplaşmıştır. Erdoğan, özellikle Anadolu’nun kalbindeki burjuvazinin arasında ve kırsal kitleler arasında destek tabanını korumaktadır. Protestolara katılanların arasında, Erdoğan’ın İslamcı rejimine derinden öfke duyan daha büyük şehirlerdeki orta sınıfların daha eğitimli gençleri yoğunluktaydı. Türkiye’nin politik olarak bölünmüş sendikal hareketinden bazı işçiler ve ezilen Kürt ulusal azınlığın bazı üyeleri de katılmıştır.
2002’de iktidara geldikten sonra, Erdoğan ve AKP gerici dinci programını hayata geçirmeye başladı. Türkiye’de bugün 85,000’den fazla cami var, yani her 60,000 vatandaşa bir hastaneye kıyasla her 900 vatandaşa bir cami, ve doktordan veya öğretmenden çok imam vardır. İlk başbakanlık döneminde Erdoğan başarısız olarak, evlilik yatağından sapmaya üç yıl hapisle, zinayı suça dönüştüren bir yasa çıkarmaya çalıştı. İlkokullara kuran öğrenme dersleri getirildi.
Daha yakınlarda, alkol satış ve reklamına kısıtlamalar getirildi. Türk Havayolları’nın bayan uçak hosteslerini ayak bileklerine kadar uzun üniforma giymeye zorlamaya ve kırmızı rujla oje kullanmalarını yasaklamaya çalıştıktan sonra yapılan protestolar şirkete geri adım attırdı. Kürtaja karşı (ve sezaryenlere de karşı!) seferberliğinde Erdoğan kadınlara en az üç çocuk doğurmaları için öğüt verdi. Eşcinsel haklarını da sıkça kınamıştır. Geçen Mayıs’ta, “ahlaki kurallar”a karşı davranan çiftler hedef alınarak başkent Ankara’daki metroda öpüşmek yasaklandı.
Şimdiki protestolara zemini hazırlayan önemli bir unsur Türkiye’nin çoğunlukla Kürt olan güneydoğusunda otuz yıldır merkezi hükümete karşı askeri mücadele yürüten Kürdistan İşçi Partisi (PKK) ile hükümetin Mart’ta vardığı anlaşmadır. Kürt ulusal haklarını kazanma yolundaki cesur çabalarında 40,000’in üzerinde Kürt ordu tarafından katledilmiştir. Bu anlaşma, daha geniş kültürel ve dil hakları da dahil olmak üzere, sözde Kürt halkına “özerklik” ve PKK önderi Abdullah Öcalan’a ve hapsedilmiş diğer aktivistlere de özgürlük sağlayacaktır. PKK ateşkes ilan etti ve birçok savaşçısı, silahlarını bırakmadan, kuzey Irak’taki Kürt bölgesine çekildi. PKK’nın askeri önderleri, Türk ordusu Kürt bölgelerine yeni karakol ve kalekollar inşa ederken Kürtlerin ödünler verdiği “barış süreci”nin tek taraflılığından şikâyet etmişlerdir. 28 Haziran’da Kürdistan’ın Diyarbakır ilinde güvenlik güçleri protestoculara ateş açtı, bir kişi öldürüldü. Ertesi gün İstanbul’da 10,000 solcu ve Kürt ve kamu sektöründen de birçok sendikacı bu cinayeti protesto etti.
Taksim Meydanı’ndaki protestolar, Türk toplumunda Kürt ulusal sorunu üzerindeki keskin kutuplaşmayı yansıtıyor. Kürt yanlısı Barış ve Demokrasi Partisi’nin (BDP), destekçilerini seferber etmekte yavaş davranması PKK’nın müzakerelerdeki partneri olan Erdoğan hakkındaki çelişkilerini yansıttı. Oraya varınca, Öcalan dövizleri taşıyan genç militanlar, bayrak sallayan Türk şovenleriyle karşı karşıya geldiler. İki büyük burjuva muhalefet partisi, Cumhuriyetçi Halk Partisi (CHP) ve faşizan Bozkurtların bağlı olduğu Milliyetçi Hareket Partisi (MHP), Erdoğan’a karşı duyulan hoşnutsuzluktan yararlanmaya çalışıyorlardı. Özellikle MHP, PKK ve Kürtlere karşı fazla uzlaşıcı olduğu için hükümeti kınamıştır.
Son on yılda, ihracat yaklaşık olarak on kat artarken ve dolaysız yabancı yatırımlar da fırlarken, kişi başına gayrı safi yurtiçi hâsıla reel olarak %43 arttı. Türkiye şimdi dünyanın 17. büyük ekonomisidir. Fakat ülke, yabancı sermayeye son derece bağımlı ve bunun geri çekilmesi ekonomik bunalıma yol açabilir. İMF yönergelerine uyma, toplumsal harcamalarda kesintiler ve muazzam özelleştirmeler kapitalist girişimcilerin yeni bir tabakasına yaramış olsa da, refah ve zenginlik Türk ve Kürt işçilere ve köylülere yansımamıştır. Asgari ücret, altı günlük çalışma haftasıyla, ayda 773TL, ya da $395’dır. Birçok işçi, Türkiye ekonomisinin üçte birini oluşturan “gri piyasada” (kayıt dışı ekonomide) haftada 70 saatten fazla çalışıp daha da az kazanmaktadır. Resmi işsizlik oranı %9’a yakındır. Gençler arasında işsizlik ise %20’nin üzerindedir.
Türkiye’de kayda değer bir endüstri proletaryası vardır. Fakat işgücünün %10’undan azı sendikalıdır. Bu, 1980 askeri darbesinin ve ardındaki otuz yılın ağır baskılarının işçi hareketine uğrattığı muazzam yenilgiyi yansıtıyor. Bu yıl Bir Mayıs’ta sendikalar Taksim Meydanı’nda miting düzenlemek istediler fakat çok sayıda polisin varlığı ve göz yaşartıcı gaz kullanımı bunu önledi. Birkaç hafta sonra şimdiki protesto dalgası patlak verince, iki sendika federasyonu—Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) ve Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK)—en büyük sendika federasyonun onurlandırmayı reddettiği bir dayanışma grevi çağrısında bulundular. Fakat DİSK ve KESK kendilerini Taksim Dayanışma Komitesi’nin tutukluların serbest bırakılması ve Gezi Parkı çalışmalarının durdurulması gibi taleplerini onaylamakla sınırladılar. Bir KESK yetkilisi şöyle dedi: “sendikalar, öğretmenler veya önderlermiş gibi rol oynamamalıdır. Biz sadece onun parçası olmalıyız.” Bu, işçi sınıfının—kapitalist düzeni ortadan kaldırma gücü olan tek sınıfın—etkin bir biçimde sadece AKP rejimine karşı sınıfsal çizgileri aşan popüler muhalefetin bağımlı bir parçası olarak kalmasının beyanı demektir.
Çeşitli sözde Marksistler, “Türk Baharı”nı selamlayarak “Taksim Meydanı’nı [Kahire’nin] Tahrir Meydanı’na dönüştür” çağrısında bulunuyor. Bu hem olanlara bakarak yanıltıcı, hem de politik olarak aptalcadır. “Arap Baharı”nın ana sonucu, Tunus ve Mısır’da (ve Libya’da da NATO bombaları ve füzeleri sayesinde) işçilere ve yoksullara karşı kemer sıkma önlemlerini yürütmekle görevlendirilmiş olan siyasi İslam’ın güçlerini pekiştirmekti. İşçiler baskı altında ezilmeye ve kadınlar esir edilmeye devam ederken, Tahrir protestolarının önderleri İslamcıları desteklemekle ordu subaylarını selamlamak arasında sallanıp kalmıştır. Türkiye’de protestocular on yıldan fazla iktidarda olan İslamcı hükümete açıkça karşı çıkmışlardır.
Gittikçe yayılan İslamlaşmanın bu reddedilişi olumludur. Fakat toplumdaki sınıf ayrımlarına hitap etmez. Kapitalist yönetime karşı mücadelede tüm ezilenlere önderlik etmek için proletaryanın öne çıkması gerekir. Proletaryanın iktidara bağımsız bir talip olarak başarılı olabilmesi için dinci gericilikten, Türk şovenizminden ve her türlü milliyetçilikten koparılması gerekir. Bu, ileri işçilerden ve devrimci entelektüellerden oluşan çok uluslu Leninist öncü partinin önderliğini gerektirir.
Atatürk’ten Geriye Kalanlar
Gezi Parkı protestolarında, 1. Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı İmparatorluğu dağıldıktan sonra çağdaş Türk devletinin kurucu önderi Mustafa Kemal Atatürk hakkında hararetli tartışmalar vardı. “Öcalan’a özgürlük” haykırışlarına “Atatürk’ün askerleriyiz” bağırışlarıyla karşılık verildi.
Atatürk tartışmalara yol açan bir figürdür ve geriye bıraktıkları farklı kişilere farklı şeyler ifade ediyor. Kemalistler, yeni doğan Türk burjuvazisinin öncüleri olarak hareket ederek, Türkiye’yi çağdaş kapitalist ulus-devleti olarak geliştirmeye yönelik bir dizi reform gerçekleştirdiler. Mustafa Kemal Atatürk ve onun Cumhuriyetçi Halk Partisi, çağdaş endüstri yoğunlaşması yetersiz olan, ekonomik açıdan geri kalmış bir ülkeyi miras aldı. O günlerin küçük kapitalist sınıfı Ermeni ve Rum’du ve küçük bir kısmı da Yahudi’ydi. Kemalistler ülkeyi laik bir cumhuriyet ilan ettiler ve hilafeti (İslami hükümdarın makamı) kaldırdılar. İslam devlet dini olmaktan çıktı ve İsviçre Medeni Kanunu ve (Mussolini’nin) İtalyan Ceza Kanunu’na dayalı anayasa şeriat hukukunun yerini aldı. Çok eşlilik (poligami) yasaklandı ve dinî topluluklar ve tarikatlar feshedildi. Dinî simgeler—örtü okullarda ve resmi dairelerde, ve fes her yerde—yasaklandı. (Bkz. “Türkiye: Kadın ve Sürekli Devrim”, WV No. 916, 6 Temmuz 2008.)
Atatürk, kalemin birkaç darbesiyle ülkeyi ortaçağlardan 20. yüzyıla çekebileceğini düşünen modernleştirici bir milliyetçiydi. Yüzde 80’i kırsal olan geri kalmış ülkeye yukarıdan dayatılan reformları ister istemez kısmîydi. Toprak reformu veya büyük toprak ağalarının toprağına el koyma girişimlerinde bulunulmadı. Hilâfetin kaldırılmasına rağmen camiyle devletin gerçek ayrılışı hiç yerine getirilmedi. Bunun yerine, Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla dinsel hiyerarşi devletin kontrolü altına alındı.
Şehir kadınları, özellikle de yönetici sınıfından olanlar, Kemalist reformlardan mutlaka yararlandılar. Fakat kadınların büyük çoğunluğunun, özellikle de geri kalmış, tutucu kırsal bölgelerdekilerin yaşamları çok az değişti. Batılı kadınların varlığını tartışmasız kabul ettikleri demokratik kazanımlar, örneğin kendi evlilik partnerini seçme, birçok Türk kadını için mevcut değildir. Bu deneyim negatif olarak burjuva reformların kısıtlamalarını gösteriyor: aile kurumunda kökleşen kadınlara karşı baskı, Türk toplumundaki bariz yoksulluk, eşitsizlik ve ekonomik kıtlık tarafından vahşice pekiştirilmektedir.
Kürt Ulusal Sorunu
Türkiye Cumhuriyeti, 1923’te, çağdaş Türkiye olan toprakları bölüşmeye çalışan emperyalistleri, özellikle Britanya’yı, ve onların müttefiklerini yenilgiye uğratan sert bir savaşın ertesinde kuruldu. Kemalist hareket, ulusal kapitalist devleti kurmak için Türk milliyetçiliğini silah olarak kullandı. Ermeniler—1. Dünya Savaşı’nda soykırımcı katliamların mağdurları—Rumlar gibi ülke dışına sürüldüler ve Yahudiler pogromcu şiddete uğradılar.
Kuruluşundan çok geçmeden Türk devleti, Kürt nüfusunu zorla asimile etmeye ve ayrı ulusal kimliğini yok etmeye çalıştı. Kürt dilinde konuşmak ve yayın yapmak yasaklandı, ve Türkiye’nin katı bir biçimde Türk olduğuna ilişkin Kemalist doktrin anayasada kanunlaştı. En sonunda Kürtler “dağ Türkü” olarak tanımlandı. 1960’ların başlarında hükümet Kürt yerleşim yerlerinin isimlerini Türk olanlara değiştiren bir yasa çıkardı. Devlet baskısı hızla arttı, özellikle 1980’lerin ortasında PKK ile askeri çatışmaların başlamasıyla, ve on binlerce Kürt Türk hapishanelerinde kilit altına atıldı.
Ordu binlerce Kürt köyünü yakıp yıkarak on binleri katletti ve büyük göçlere neden oldu. Bugün Türkiye’deki aşağı yukarı 15 milyon Kürt’ün çoğu Batı’daki şehirlerde yaşıyor; bir tahmine göre sadece İstanbul’da üç milyondan fazla Kürt vardır. Konda araştırma enstitüsünün bir araştırmasına göre İstanbul’da yaşayan Kürtlerin yaklaşık dörtte biri şehrin bir gecekondu mahallesinde oturuyor. Akdeniz’in en doğusundaki bölgelerdeki şehirlerde, örneğin Mersin ve Antalya’da, bu rakam %72, İzmir’deyse %60’ın biraz altındadır. Bu araştırma, Kürtlerin %27’si sosyal güvenlik sistemlerinin dışında tutulurken çalışma yaşındaki Kürtlerin yaklaşık üçte birinin de işsiz olduğunu gösteriyor.
Kürdistan’ın kendisi genelde ekonomik olarak durgun bir bölgedir. Büyük çoğunlukla, Kürt toprak ağlarının, Sünni din adamlarının ve Türk ordusunun ökçesi altında korkunç derecede ezilen köylülerle topraksız ortakçılardan oluşmaktadır. Fakat kısmen ordunun yürüttüğü yakıp yıkma taktiklerinin sonucu olarak hem Batı Avrupa’da hem de Türkiye’de entegre sınıf mücadelelerinde yer alan bir Kürt proletaryası yaratıldı.
1991 Zonguldak madenci grevinde Türk ve Kürt madenciler günlerce yan yana mücadele ettiler. Taleplerinden biri ABD emperyalizminin Irak’a karşı “Çöl Fırtınası” savaşına son vermesiydi. 2009-10 kışında Kürt ve Türk işçileri, devletin eski tütün tekeli olan Tekel özelleştirilince ve Britanyalı Amerikan Tütün’e satılınca cesur bir grev yürüttüler. Tekel’in satışı 12 fabrikanın kapanmasıyla sonuçlandı. Yaklaşık 12,000 işçi işlerinden kovulan işçilere destek vermek için ülkenin her tarafından Ankara’ya akın ettiler ve donmaya yakın soğuğa meydan okuyarak merkezi bir parkta oturma eylemi gerçekleştirdiler. Devlet vahşi bir güçle tepki verdi ve polis işçileri dövdü, biber gazıyla spreyledi ve önderlerini tutukladı. Grev ülke çapında destek bularak 100,000 işçi dayanışma yürüyüşüne katıldı. Sendikanın başındakileri sonunda grevi sabote etmiş olsalar da bu çatışma, işçi sınıfındaki ulusal ayrımların ortak sınıf mücadeleleri içinde aşılabileceğini gösterdi.
Kürt halkı dünyadaki en büyük devletsiz ulusu oluşturuyor. Kürdistan, Suriye’nin bir kısmından geçerek doğu Türkiye’den kuzey Irak’a ve İran’a uzanmaktadır. Ulusların eşitliğini savunup ulusal şovenizmin tüm belirtilerine karşı mücadele eden Marksistler olarak biz, Kürt halkının haklarının ancak onları ezen dört kapitalist devletin yıkılmasıyla kazanılabileceğini vurguluyoruz. Bu perspektif, hem bölgedeki mücadelelerin birbirine bağlanmalarını, hem de herhangi emperyalist müdahaleye karşı koşulsuz muhalefeti gerektiriyor. “PKK milliyetçiliğine karşı Troçkizm” (WV No. 716, 9 Temmuz 1999) makalesinde anlattığımız gibi, bu görev, değişik ulusal ve etnik kökenli çalışan insanları birleştiren Leninist-Troçkist partilerin aracılığını gerektiriyor.
Çalışan Kürt kitlelerin güvenini kazanmak için bu tür partilerin, Kürt-karşıtı şovenizmin her şekline karşı muhalefetlerini göstermeleri gerekir, örneğin, Kürt diline tam ve eşit haklar için mücadeleye öncülük ederek. PKK’ya siyasi destek vermezken, Türkiye’de proleter devrimciler, burjuva devletine karşı askeri çatışma içinde olduğunda bu örgütün tarafını tutacaklardır. Kürt halkının kendi kaderini belirleme hakkını, yani kendi devletini kurma hakkını savunmak, Türkiye’deki komünistlerin temel bir yükümlülüğüdür.
Bunun aksine, Türkiye Komünist Partisi (TKP) merkez komitesinin 4 Haziran açıklaması Türk bayrağının şimdi “yurtsever halkın elindeki bayrağa” dönüştüğünü iddia ederek Türk şovenizminden büyük bir zevk almaktadır. Kürtler sırf kendilerine Kürt dedikleri için Türk bayrağı sallayan yurtseverler tarafından yıllarca zulmedilmiş, hapse atılmış ve katledilmiştir. Dahası, TKP “Kürt siyaseti”nin “yurtsever, aydınlanmacı, birleşik bir emekçi halk hareketinin güçlü bir bileşeni” olması gerektiğini iddia ediyor. Ve TKP’nin Türk yurtseverliğinin tersine Kürtler kendi devletlerini kurmayı seçerse ne olur? Böyle bir seçenek TKP tarafından kabul edilmemiştir. Ne de bu berbat siyasetleri yeni bir olgu: TKP, diğer burjuva partilere alternatif olarak, son derece Kürt karşıtı CHP’ye destek vermiştir.
Marksistler PKK’nın küçük-burjuva milliyetçi programına güçlü bir şekilde karşıdır. PKK, çok daha iyi donanmış Türk ordusuna karşı gerçekten de kahramanca bir askeri mücadele yürütmüş olmasına rağmen, proleter devrimin gerekliliğini inkâr ediyor ve Türk işçi sınıfını hiçe sayıyor. Böylece PKK, ancak Türk burjuvazisinin çeşitli hizipleriyle manevra yapabilir ve de kendisi adına müdahale etmeleri için Avrupalı ile Amerikan emperyalistlere beyhude ricalarda bulunabilir.
Türk burjuvazisince neyin kabul edilebileceğini umduğuna göre taleplerini uyarlayan PKK bugün Kürtler için bağımsızlık çağrısında bulunmuyor. Bunun yerine, Türk devletinin bir parçası olarak daha fazla dille ilgili ve kültürel haklar edineceğini umarak özerklik çağrısında bulunuyor. Fakat kapitalizmde bölgesel özerklik belirleyici gücün ulusal devletin elinde kalması demektir. Böyle bir anlaşmaya varılsa bile, sürücü sandalyesinde Türk burjuva devleti ve ordusu olacaktır ve Kürtlerin tam olarak hangi hakları elde edip edemeyeceğini eninde sonunda onlar belirleyecektir. Bu asla Kürtler için ulusal kurtuluşa götürmeyecektir.
Ancak devrimci proleter enternasyonalist mücadeleyle—Kürt, Türk, Arap ve İranlı çalışan kitlelerin arasında birlik oluşturarak—zafer mümkündür. Biz, Yakın Doğu sosyalist federasyonunun bir parçası olarak Sosyalist, Birleşik Kürdistan Cumhuriyeti çağrısında bulunuyoruz. Bu, Troçkist sürekli devrim programının somut bir ifadesidir. Burjuva-demokratik devrimlerin Batı’da uzun zaman önce yerine getirdikleri görevler, kapitalist gelişmeleri gecikmiş olan ülkelerde kapitalist çerçeve içinde yerine getirilemez. Bu bölgeleri çağdaşlaştırma, tarım devrimini gerçekleştirme, Kürtler ve diğer azınlıklara karşı ulusal baskıyı ortadan kaldırma ve kadınların en basit haklarını elde etmeleri konularındaki kritik gereksinim, işçi sınıfının, köylülerin desteğiyle, iktidarı ele geçirmesini gerektiriyor. Geri kalmış ülkelerdeki sosyalist devrimin, varlığını sürdürebilmesi ve gelişmesi için, Avrupa’daki gelişmiş kapitalist ülkelere, ABD’ye ve Japonya’ya genişletilmesi gerekiyor. İleri ülkelerin ekonomik, teknolojik ve bilimsel teknikleri, yarısömürge dünyasının, maddi bolluğa dayalı sosyalist toplumun elde edilmesi yolunda Batı’nın ekonomik düzeyine yükselmesi için hayati önemdedir.
Türkiye’de Siyasi İslam
Türk halkı “laik” milliyetçi hükümetler tarafından hayal kırıklığına uğratılınca, ardı ardına gelen rejimler dini kartı oynadılar. Aslında, Kemalist generaller İslamcıları doğrudan teşvik ettiler. 1960ların sonlarında ve 1970lerde Türkiye’de yüzbinlerce solcu vardı. Buna karşılık olarak generaller dinsel gericiliğin büyümesini teşvik ettiler. 1971 darbesinden sonra yetkililer sol partilerin önderlerini tutuklarken, dönemin siyasi İslamcılarının önderi olan Necmettin Erbakan’ı tutuklamadılar. Hiç tanınmayan Erbakan 1970’lerde başbakan yardımcısı olarak iki koalisyon hükümetinde görev aldı. Buna rağmen, Nisan’da açıklanan bir Pew Research raporunda belgelendiği gibi, Mısır’daki Müslümanların dörtte üçüne kıyasla, Türk nüfusunun onda birinden biraz fazlası, şeriatın, ülkenin kanunu olmasını destekliyor.
1980 darbesinden sonra generaller, devlet okullarında zorunlu din dersleri, daha çok imam yetiştirme ve çok sayıda dini okullar açma gibi uygulamalarla İslamlaşmaya daha da ivme kazandırdılar. Stephen Kinzer’in Ay ve Yıldız (2001) kitabında dediği gibi: “Eylül 1980’de iktidarı ele geçiren asık suratlı generaller, Türkiye’de güçlenmekte olan laik liberal ve radikal ideolojilere karşı bir denge sağlamak için İslam’ı kullanmayı umdular.” 1995’teki seçim çıkmazından sonra Erbakan koalisyon hükümetinde başbakan oldu. Başbakanken, gösterişli bir şekilde generallere nanik yaptı, Batı’yı kınadı ve İranlı teokrasiyle dayanıştı. Erbakan 1997’de istifa etmeye zorlandı, ve onun Refah Partisi siyasetten menedildi. Hapse mahkûm edilmesine rağmen Erbakan affedildi ve hapse hiç girmedi. Fakat İslamcı ahbabı Erdoğan hükümeti devirmeye çalışmaktan suçlu bulundu ve dört ay hapsedildi.
Bir gerileme yaşamalarına rağmen, İslamcılar yenilmediler. 2002 seçimleriyle Erdoğan’ın AKP’si iktidara geldi. Erdoğan, “ılımlı” bir İslamcı ve “demokrat” olarak imajını geliştirmeye özen gösterdi. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılma başvurusunun peşini bırakmadı ve, Kürtçenin özel—devlet değil—okullarda kullanılması ve Kürt dilinde çok kısıtlı radyo yayınlarının yapılması gibi, Kürdistan’da bazı ufak reformlar gerçekleştirildi. Bunlar Batı’da iyi karşılandı ve çeşitli burjuva uzmanlardan büyük övgü aldı.
Bu arada Erdoğan, otoritesini pekiştirmede bir tehdit oluşturduklarının farkına olarak, Kemalist generallerin arasındaki düşmanlarının peşine düşmüştü. Mahkemeleri ve başka kurumları kullanarak, yavaş yavaş orduyu istenmeyen subaylardan arındırdı. Böylece Türkiye’de şu an ordu İslamcılara bağımlıdır. Bu Mısır’daki durumdan açıkça farklıdır.
Erdoğan konumunda kendinden daha emin oldukça, muhalif olarak görünen herkese karşı baskıcı devlet mekanizmasının vitesini giderek yükseltti. 2005’e varmadan AKP hükümeti Kürdistan’da askeri baskıyı arttırdı ve bu PKK’yı 5 yıllık ateşkesini sona erdirmeye itti. Türkiye ayrıca Irak’taki PKK kamplarını da bombalamaya başladı. Aynı zamanda, “anti-terör” yasaları binlerce sendika aktivisti, öğrenci, avukat, gazeteci ve üniversite öğretmenine baskı yapmak için kullanıldı.
Erdoğan’ın yönetimi altında Türk anayasasının en rezil hükümlerinden birisi, 301. madde, “yeniden düzenlendi”. Şimdi “Türklüğe” hakaret değil de, Türk milletine hakaret suçtur—hiçbir farkı olmayan ayrım. 1915 Ermeni katliamı hakkında yazdığı için Ekim 2005’te Ermeni-Türk gazeteci Hrant Dink’e 301. maddeden dolayı altı ay ertelenmiş hapis cezası verildi. Dink, 301. maddeyi cinayete yeşil ışık olarak algılayan bir Türk milliyetçisi tarafından öldürüldü. Anadilde eğitim hakkını savunarak onurlu bir geçmişe sahip olan öğretmen sendikası Eğitim Sen’in birkaç düzine üyesi anti-terörizm yasaları nedeniyle aylarca tutuklu kaldı ve hala haklarındaki iddianameleri bekliyor.
Erdoğan, çoğu zaman Osmanlı dönemini anma temasıyla, muazzam bir inşa programına girişmiştir. Bunun bir örneği ise, Gezi Parkı’nın yerini alması tasarlanan camiyle beraber bu dönemin Topçu kışlası görünümündeki alışveriş merkezi sitesidir. Şehir planlamacıları yoksul şehir-içi semtleri hedefleyerek Kürtleri, Romen (Çingeneleri) ve diğerlerini şehir sınırlarının dışındaki varoşlara itiyor.
İslamcı rejim, Alevi azınlığa karşı da provokasyonlarını arttırmıştır. Sayıları nüfusun %25’ine kadar varan, laiklik savunucuları olarak görülen ve sayılarına oranla solda fazlasıyla temsil edilen Aleviler, Şii İslam’ın geleneksel olmayan bir dalıdır. Alevi kadın ve erkekler birlikte ibadet eder; kadınlar başlarını örtmez. Ramazan ayında oruç tutmazlar, normalde camilerde dua etmezler ve Kuran’ı hukukun kaynağı olarak kabul etmezler. Hükümet Boğaz üzerine inşa edilen üçüncü köprüye Osmanlı hükümdarlarından Yavuz Sultan Selim’in adını veriyor. Zulmü nedeniyle Yavuz olarak bilinen Sultan Selim, 16. yüzyılda on binlerce Aleviyi katletti. Tahmin edileceği gibi bu adlandırma Alevileri çok öfkelendirdi. Sünni gelenekçiler tarafından kâfirler olarak görülen Aleviler bugün hedef alınmaya devam ediyor.
Türkiye’nin Bölgesel Hırsları
Türkiye, on yıllardır olduğu gibi, Batılı emperyalistlerin sağlam bir müttefiği olmaya devam ediyor. Eski Sovyetler Birliği’nin sınır komşusu olup, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra değerli bir dinleme istasyonu olarak hizmet gördü. Sağlam bir NATO müttefiği olan Türkiye, Kore Savaşı’nda emperyalistlerin yanısıra savaşacak asker gönderdi. Türkiye’nin en büyük askeri destekçisi ABD iken, Türk kapitalistler ekonomik olarak Alman emperyalizmine bağımlıdır ve en çok bu ülkeye ihraç ederler. Almanya Kürdistan’da görevlendirilen askeri ölüm mangaları da eğitip, onlara talim yaptırmıştır.
İktidara geldikten sonra Erdoğan, üyeliği ekonomik başarıya giden yol olarak göstererek Avrupa Birliği’nin erdemlerini güçlü bir şekilde savundu. Enternasyonel Komünist Liga tutarlı bir şekilde AB’ye karşı çıkmıştır. Emperyalist bir kartel olan AB’nin amacı Avrupalı işçilere kemer sıkmayı dayatmak ve daha büyük güçlerin, özellikle Almanya’nın, daha zayıf, bağımlı kapitalist devletleri sömürmeleri için bir alet olarak hareket etmektir. AB’nin cilası çoktan aşınmıştır, özellikle de ezici kapitalist ekonomik bunalımın ışığında. Avrupa’da, özellikle de İspanya, Yunanistan, Kıbrıs ve AB’nin güney ucundaki diğer ülkelerde hızla kötüleşen yaşam koşulları, Avrupa’nın “birlikte büyüme” laflarının daha yoksul ülkeleri daha zengin ülkelerin düzeyine yükseltmeyle bir ilgisinin olmadığını gösterip aksine kapitalist sömürünün arttırılmasını olanaklı kılmaktadır.
Birçok Kürt’ün AB’nin azınlık haklarını savunacağına dair yanılsamalarını ifade etmesine rağmen, gerçek şudur ki, AB devletleri, mültecilere ve, İspanya’da ve Fransa’da Basklar ve Kuzey İrlanda’da Katolikler gibi etnik azınlıklara şiddetle baskı uyguluyor. Üstelik hem AB, hem de ABD PKK’yı “terörist örgüt” olarak yasaklamıştır. EKL Öcalan’a özgürlük talep ediyor ve PKK’nın yasaklanmasına karşıdır. Biz ayrıca, “anti-terörizm” denen cadı avının bir parçası olarak baskıya uğrayan Devrimci Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi (DHKP-C) gibi Türk Guevaracıların ve diğer solcuların da savunulması için çağrıda bulunduk.
Irkçı ve bağnaz Avrupalı yöneticilerinin, Türkiye gibi büyük, ezici çoğunlukla Müslüman bir ülkeyi, vatandaşlarına AB ülkelerinde gezme ve çalışma haklarının verilmesini gerektiren AB üyeliğine kabul edeceği son derece kuşkuludur. Her ne olursa olsun, AB Türkiye’nin girişine yeni engeller koymaya devam ediyor. AKP’nin AB’ye giriş hedefi hız kaybetmişken, Erdoğan’ın “yeni-Osmanlıcılığı”, bir zamanlar Saltanatın hükmettiği veya Türk dillerinin konuşulduğu, Balkanlar’da Bosna’dan Yakın Doğu’ya ve Orta Asya’ya uzanan bölgede nüfuzunu arttırmaya özel bir önem atfetmiştir. Türkiye’nin en büyük ticaret ortağı Avrupa olmaya devam ederken, 2002’den 2010’a Körfez ülkeleriyle olan ticareti 5 kat ve Mısır’la 7 kat artmıştır. Basra Körfezi ülkelerinden yabancı sermaye yatırımı alan Türk inşaat şirketleri ve gıdayla tekstil firmaları da Yakın Doğu’nun geri kalanına yatırım yapmıştır.
Erdoğan’ın Türkiye’si asıl hedefi Şii İran olan blokta Sünni Arap ülkelerle ve Batılı emperyalistlerle saf tutmuştur. Böylece AKP hükümeti İran müttefiği Başşar Esad’ın bonapartist rejimine karşı Suriyeli isyancılarla aynı taraftadır. İsyancılara silah kanalize eden Türkiye, toprağına NATO Patriot füzelerinin yerleştirilmesi talebinde başarılı olmuştur. Fakat Erdoğan’ın savaş seyri Türkiye’de hiç rağbet görmüyor ve ülkenin askeri olarak savaşa bulaşabileceği korkusu yaygındır. Marksistler olarak biz, Suriye’deki topluluklar arası iç savaşta her iki tarafın da işçi sınıfının son derece gerici düşmanı olduğunu söylüyoruz. Fakat ABD ve/veya Avrupa güçlerinin Suriye’ye askeri saldırı başlatmaları durumunda dünyanın her yerindeki emekçiler emperyalist güçlere karşı Suriye’nin tarafını tutmalıdır.
Türkiye’nin, kuzey Irak’taki Kürdistan Bölge Yönetimi’yle önemli ilişkileri vardır ve oradaki inşaat sözleşmelerinin çoğu Türk şirketlerine aittir. Irak Kürdistanı şimdi yarı-özerk bir bölgedir ve korumalı statüsü büyük ölçüde ABD emperyalizminden aldığı destekten kaynaklanmaktadır. Yeni kazılan alanlardan boru hattı aracılığıyla Irak Kürdistanı’ndan Türkiye’ye petrol akmak üzere ve bu, elde edilen gelirden adil payını alamadığından şikâyet eden Irak’ın Şii çoğunluklu hükümetini öfkelendiriyor. Bu arada, birçok PKK savaşçısı Irak Kürdistanı’na çekilmiştir. Türkiye’yle PKK arasında tekrar çatışma patlak verirse, Amerika yanlısı Iraklı Kürt önderler, geçmişte yaptıkları gibi, PKK militanlarının peşine düşebilirler.
Emperyalistlerden veya bölgedeki bir veya diğer kapitalist devletten yarar sağlamaya çalışan rakip Kürt ulusal grupların arasında uzun bir karşılıklı sırtından vurma tarihi vardır. Irak’ın ABD işgali sırasında “Kürt bağımsızlığı yolunda işgale ve ona hizmet eden milliyetçi partilere karşı olmayı başlangıç noktası olarak almayan herhangi bir mücadele kaçınılmaz olarak işgale bağımlı olacaktır” diye vurguladık (“ABD İşgali ve Kürt Sorunu”, WV No. 871, 26 Mayıs 2006). Yazımız şöyle devam etti:
“Yakın Doğu’nun çok uluslu proletaryasının bir parçası olarak Kürt işçileri, emperyalist derebeylerine hizmet etmek için kurulan çürük yapıyı yerle bir etmede öncü bir rol oynayabilirler. Avrupa’daki, özellikle de Almanya’daki Kürt ve Türk işçileri, Kürtlerin bağımsızlık için mücadelelerini Yakın Doğu’da ve Batı Avrupa’nın ileri kapitalist ülkelerinde sosyalist devrim mücadelesine bağlayan canlı bir köprü görevini görebilirler.”
Bu mücadele, tüm burjuva güçlere ve dinsel gericiliğin her şekline muhalefet içinde oluşturulmuş enternasyonalist işçi partilerin önderliğini gerektiriyor.
|